10 Nisan 2011 Pazar

kıyamet sen de kop kopacaksan

öncelikle dürüst olalım bebek, itiraf edelim, yalnızım, yalnızsın, yalnızız, dışarda şu kaldırımda el ele yürüyen hatun ve herif yalnızlar, önündeki kamyona küfreden şu taksici yalnız, patronunun karısına herifin kucağında yakalanan şu salak sekreter kız, iğrenç bir savaşın ortasında kafasına bombalar yağmakta olan küçük masum çocuk, dün binlerce insana kitabını imzalayan şu şair vatandaş, gökyüzünde yıldızlar nasıl gezmekte merkezimize gelen kesin bir bilgi yok, ancak yeryüzünde tıklım tıklım yalnızlar işte, yalnızız.

ay ama neden şekerim harika bi çevrem süper sosyal bir yaşantım var diyen ablam, dön aynaya bi bak bakayım, ne gördün hemen söyle, niye susuyorsun, ben alt yazı olayım mı sessizliğine, yalnızsın.. aslında herkesin yalnız olduğu bir ortamda, yalnız olmak neden böyle ürkütüyor ki sizi bunu da anlamış değilim, hepimiz aynı gemideyiz işte, kaptanın biraz kafası güzel sanki, gemiyi de hayatta son terketmez bu herif ben size peşinen söyleyeyim, ondan sonra hayal kırıklığı olmasın, gerçi hepimizin hayat kırıklıkları varken elinde üçer beşer, iki hayaliniz kırılsa ne kadar yaralar sizi, nedir yani?

neyse bebek bak şimdi ben sana en güzel aşk masallarını anlatacağım, manyak etkili olacaktır, yirmi dakika içinde yalnızlık falan hissetmeyeceksin, biraz da alkolle desteklersek bu ağır yaralı hallerimizi, orta ateşte kaynayana kadar seviştiğimiz takdirde bir saati bulmadan, az önce küfürler ettiğin şu dünya cennet, sadece çürük malların kaldığı akşam pazarı hayatın ise panayır yerine dönüşecek. bende saat 12'den sonra bal kabağına dönüşme riski de yok, eve dönmek için ekmek kırıntısı falan da bırakma sakın, hiç bir izimiz olmasın bu geceye dair, sonsuz bir sevişmenin içinde kiltli kalalım anahtarı manda kapsın, sonra dağa kaçsın, dağı kim ne yapıyorsa yapsın umrumda değil yeter ki bu sabah hiç bir çilingir dükkan açmasın.

ne oldu? içimdeki tüm birimler bütün güvenlik önlemlerini almıştı oysa ki, öyle sonsuz birlikte, öyle sonsuz mutlu, öyle sonsuz huzurlu, öyle sonsuz sen ve ben, öyle sonsuz ''biz'' kalabilelim diye. neden olmadı? ama bu düpedüz haksızlık, ben sana tüm kelimelerimi verdim, tüm duygularım çoktan taşındı kalbine en ufak bir parçayı bende bırakmadan, sen desen keza öyle, o akşam yağmur gibi yağdın işte içime, tüm kuraklığım bitti, her yerim senle doldu, peki ben sende, sen bendeyken nasıl başarıyoruz bir olamamayı, biz olamamayı, yalnızlık mevsimine geri dönebilmeyi. alıcılarımızın ayarı ile oynasak bi netlik yakalar mıyız, kimin dolabından çalabilirz ulan içimizde tıkanıp kalmış bunca sorunun cevabını.. sen iyisimi ana caddeye çık biraz yürü, camiden sola dönünce kime sorsan gösterirler bu şehrin bensiz de ne kadar güzel olduğunu.. ben burada ölmeye devam edeceğim..

hadi şimdi sakinleşelim biraz. rol yapmaya geri dönelim tekrar, çok fazla can sıkmayalım, birbirimize hediyeler vermeyi sürdürelim, sen git arkadaşlarınla ortaköy sahilinde yürü, bi sigara yak bi şarkı söyle denize nazır, ben sinemaya gideyim, ordan çıkayım arkadaşlarımla bir barda buluşayım, harika bir sohbetin, keyifli bir gecenin içine dalayım, seni aldatayım, yalnızlığı aldatayım, kendimi aldatmaya çalışayım, sonra tüm insanların buralardan bu hayatlardan ne kadar sıkıldığının farkına varayım, toplayayım 6 milyar elemanı bir ayin düzenleyeyim, kıyameti çağırayım, yalnızlığımıza karşı birlik ve beraberlik mesajları vereyim hepmizin oldukça hassas bir dönemden geçtiği bu günlerde, kıyamet diyeyim, gel artık gel de kopalım birbirimizden, bu samimiyet yoksunu bağlarımızdan, sonra yukarılardan bi yerden gelen şiddetli bir uyarı ile kendime geleyim. ''sen yalnızsın, geri kalanlarda. hepiniz birbirinizin yalnızlıklarını besleyen yalnızlarsınız, benim yalnız dostum.''

8 Kasım 2010 Pazartesi

iz bırakanlar unutulmaz..

arkadaş her şey geliyor geçiyor, günler günleri kovalıyor, ömür dediğimiz şu yalandan her gün bir sayfa eksiliyor ama o ilk aşk unutulmuyor be kardeşim, unutulmuyor ulan işte..

yıl 1996, onu ilk kez tv'de görüyorum, ne kadar sade, ne kadar naif, ne kadar güzel, öyle de mükemmel bir fundemental var ki canımın içinde, hönk diyorum olduğum yerde kalıyorum, aneyy aneyy bu kızı bana al diyorum, isteyelim bunu diyorum, çok güzel be ana, ilerde şöhret olur beni sallamaz diyorum, diyorum da eşek osuruyor çok afedersiniz, kimselere dinletemiyorum.

peki noluyor ey canlar, martinam bir anda tenis dünyasında esmeye başlıyor daha 18 olmadan 1 numara oluyor, grand slamler, şampiyonluklar gırla gidiyor, benim küçücükken kimseler bilmezken keşfettiğim minik aşkım, tüm dünyanın gözünde 1 numara oluyor. herkes onu konuşuyor, benim saf duygularım yüreğimin içinde ezim ezim ezilirken, o her gün başka dergide başka tw'larda çıkıyor, benden bi haber, sürekli kazanıyor, sürekli şampiyon oluyor, ve 1999 fransa açık finali geliyor. tenisi yakından takip edenler bilir, iki nesil arasında dev bir final oynanıyor, bir yanda steffi graf, bir yanda martinam, steffi ablaya sevgimiz saygımız hat safhada, ama tabi ki aşkımızı destekliyoruz, her şey de yolunda ilk set alınıyor, oyundaki ivme şampiyonluk martina'nın diyor. gel gör ki bir puan sonrası aşkım, graf'ın sahasına geçiyor anlamsız hareketlerde bulunuyor, 19 yasında tüm dünyada 1 numara olmanın psıkolojık yorgunlukları, hasarları ortaya çıkıyor ve tüm kort yuhluyor bidanemi.. aglaya aglaya bitiriyor maçı ve yeniliyor, hemen koşarak hıçkırıklar içinde soyunma odasına koşuyor, o günden sonra yine kazandığı oluyor, yine zirvelerde geziyor, ama eskisi gbi olmuyor ve bir sakatlık onu aramızdan alıp götürüyor..

2005'de tekrar tenise geri dönse ve o'na çarpan yüreğimi az da olsa teselli etse de, malesef martina o eski muhteşem martina değil. zaten günümüz tenisi de artık ayı gücü ile oynayan ablaların tekelinde. bu ortamda o'nun muazzam tekniği ve zerafeti hep bi yerlerde takılıp kalıyor, eskisi gibi takır takır şampiyon olamıyor. ama yine de tenis'i öküz gibi topa vurmaktan ibaret sanan hayvan ablaların yanında(mauresmo, wıllıams kardeşler, vb..) hala apayrı bir yerde duruyor.. senin 10 sene boyunca benden 1 gün bile haberin olmadı martinam, ama ben seni hala seviyorum kız, ve hala en iyisi sensin benim için, gerisi yalan..

bay bay löv

Orta 1'deydim. o zamanlar şu an ki kadar olmasa dahi yine öküzler gibi zengin olduğumuz için ailem beni istanbul'un en prestijli kolejlerinden birine vermişti(o zaman öyleydi, sonra bizim 7 senelik performansımız ile götüm gibi bi okula dönüştü). bir senelik ingiizce hazırlığın ardından güç bela orta 1'e geçmiştim. daha 13 yaşımda en az mr. and mrs. smith kadar ingilizce konuşabiliyor, brown ailesinin seviyesine de hızla yaklaşıyordum. bi de tıpkı şimdiki gibi hayvanlık derecesinde seksiydim daha 13 yaşında ergenlik dönemine yeni giren bir çocuk olmama rağmen.. yanımda oturan merve isimli arkadaşa hastaydım. bütün günlerim benim bu delice yakışıklılığımı bile gölgede bırakacak kadar güzel olan merve'yi etkilemeye çalışmakla geçiyordu. kendimi kah ulan hayvan gibi serseriyim merve mesajı verme ugruna ingilizce hocasına '' fakk yu menn'' derken, kah müzik dersinde birden kalkıp gözlerimi merve'nin gözlerine dikerek '' okulu asardım dünyayı zükerdim, dalıpta giderdim mervişimin içine'' tarzı cinsel temalı sözlerle ergenlikte benden 1 adım önde sevdiceği de hareketlendirecek şarkılar çığırırken buluyordum. kimi zaman yere kalemimi düşürüp merve'nin götüne bakmaya çalışırken hocaya yakalanıyor, kimi zaman hadi su savaşı yapalım diyerek koca şaşalı merviş'in bembeyaz gömlek, t- shirt ikilisine verip, ''oy memişler memişler vay memişler memişler'' şeklinde sıralardan sıralara atlıyordum. evet evet alenen bir puşttum. ama merve'den de karşılık geliyordu. bu karşılıklı manyak tutku, şehvet, ihtiras rüzgarı bizi nereye savuracaktı? hiç bir soruya cevap istemiyorduk, bu sarhoşluk tüm vücudumuz sarsın bizi lise son'da ki mezuniyet törenimize kadar sürüklesin istiyorduk. hayat ise soğuk bir kış günü, skim sokum bir ingilizce dersinde bize en kalleş oyunlarından birini hazırlıyordu. sağı solu önü arkası sobe olan, saklanmayanın ebesine atlanacağı bir oyun..

Ve evet işte o dersteydik. ''elective'' diye adlandırdığımız klasik geyik ötesi ingilizce derslerimizden biriydi. en öndeki sıranın hemen arkasındaydık. sınıfta yoğun bir uğultu vardı, hoca ''bye bye love '' isimli güzide eseri sınıfımıza öğretmeye, ezberletmeye çalışırken biz de merve ile böyle sıranın önüne kapanmış, mal mal birbirimize bakarak gözlerimizi seviştiriyorduk. sonra o şehvet, o masum okul sırasını nasıl sardı, nasıl ateşe verdiyse birden gudubet karının ''sıtooooppppppppppppppp'' böğürmesiyle ateşimize 5 kamyon su serpilmiş gibi olduk.

hoca:- raul, u stupid!! what are u doing??

raul: nothing, nothing:(

hoca:love is nothing without fucking,ahahaha!!

raul: what???

hoca: goyyuyumda tur at, ahaha!!

Deli gönül bu şok edici diyaloğun sarsıntısını atlatmaya çalışırken, artçılar daha da şiddetli gelmeye başlamıştı. mrs. gudubet, tahtaya kalkıp şarkıyı tek başıma söylememi istedi. hem de merviş'imin beni kor ateşler içinde susuz bırakan gözlerinin içine bakarak. hocam yapma gözün sevem, bak benim bi karizmam bi tarzım var bu okulda, 6 sene daha bu sınıftaki hatunlarla okuyacağım, siz bu hareketinizle sadece merve ile olan bağıma değil tüm ergenlik dönemime ateş açıyorsunuz desem de dinletemedim. belli ki bu kolejdeki senelerim rıfatlar, aliler,mehmetler, lefterler, canlar, fikretlerle geçecekti. bir efsane daha doğmadan ölme tehlikesi ile yüz yüze gelmişti..

Tahtaya kalktım, mrs. gudubet merve'yi de kaldırdı ve bizi el ele tutuşturarak göz göze getirdi. bana ''let's start' diye bağırdı. az sonra olacaklardan sonra bir daha bir kız eli tutma ihtimalimin, ismail yk'nın michael jackson ile düet yapması ihtimalinden düşük olması nedeniyle, merviş'in ellerini iyice kavradım. start ulan start sesini duymamla rezillikte çıtayı bir üst seviyeye taşımam bir oldu..

bay bayyy lövvv, bay bay heppinisss

hello lonlinıss, ayy tink aym gonna kırayyy!!

ne kadar da beni anlatan bir şarkıydı. harbiden tüm mutluluklar artık kaf dağının ardındaydı. sanırım ağlayacaktım. tüm sınıf nihahaha nihahaooo şeklinde gülüp, sanırım rüstem'in geçen edebiyat sınavında potur potur altına sıçışından beri izlediğimiz en komik olay diye fikir birliğine varmıştı. rüstem o olaydan beri erkek lisesinde okuyor, günde 4 kelime konuşuyordu. merve de ellerimi bırakmıştı artık, tam yerine oturacaktı, lan dedim belki bu sefer bi boka benzer, yaradana sığınıp bi daha başladım. sıçışlardan sıçış beğeniyordum..

bey beyy levvv, beyy beyy sivitt karesss

hello emptinıss, ı fiil layk aym ganna dayyy!!

bay bay my love, gudbayyy:(

olmuyordu olmuyordu olmuyordu amua goim!! 5 oktav sese sahip, sular seller gibi ingilizce konuşan, diksiyonu düzgün, sesi ile de fiziği ile de tüm kolejin kalbinde taht kurmuş ben, adeta sıçım sıçım sıçıyor, merve'nin aşk gemisinin kara sularımdan çıkışını büyük bir hüzünle seyrediyordum. mrs. gudubet yüzündeki intikam ve zafer ifadesi ile bana bakarken, arka sıra güzellerimizden gizem, yok la ben artık dayanamıycam kasıklarım ağırdı gülmekten diyerek kendinii sınıf camından attı. artık bu kadarına dayanamıyordum. kalbimin üzerindeki derin sancıyı hissetmemle yere yığılmam bir oldu. 4 gün sonra kendime geldiğimde kendimi rüstem ile aynı sınıfta buldum. 78 hemcinsimizle beraber kültür yuvamızda, bilgi denizinde kulaç atıyorduk. şarkı olayında öyle hırs yapmıştım ki 3 ay içinde michael jackson'ın ''smooth criminal''ını onunla beraber dünyada söyleyebilen tek kişi haline gelecektim. bir enni ar yu oki deyişimle tüm sınıf, bana dönüyor vay be herif süper olmm diyordu artık. ama hepsi de erkekti.. mervişimi bir kez daha görme şansım olursa, ona doğru munvalk yapıp, elimi şeyime götürüp vuuvvv sesiyle kendimi yukarı kaldırıp'' u've bin hit by, u'v benn strak by a sumutt kriminıl'' demeyi defalarca hayal ettim. ama bu gahpe hayat bir kere dahi o şansı bana vermedi. bir kere bile vermedi be, vermedi ulan:(

kimsin sen?

bir gün kendin olmayı bıraktın, sanırım doğumundan bilincini kazanana kadar olan dönem ''kendin'' olduğun yegane zaman dilimiydi. ne zaman bilinçlendin işte o gün, başkaları olmaya, başkalarını oynamaya başladın. zordur belli bir zaman sonra kendin olmak bilirim. sen de zorlandın ki ortalamaya yaklaştın, kendini garantiye alıp güvende hissettin. herkes gibi olmak ne rahattı di mi ne huzurluydu.. keyif aldın..

ortama girdin, insan tanıdın, hiç bir tanışmanda kendin değildin, hep filtreledin kendini daha sonraları ufak ufak özgür bırakırım dedin tanıdıkça, sonra tanıdın, tanındın ama dönemedin o tanışma esnasında kapının girişine astığın sana, çünkü çok yol alınmıştı, böyle kabul edilmişti, oraya geri dönüş, maliyetti, emekti, her şeyi geçtim risk taşırdı, zaten yorgundun dağınık kalsın fazla kurcalama dedin, dağınık kaldı..

o'nu sevdin, o da seni sevdi ama biliyordun ki sevdiği sen, sen değildin. sen gibi göstermeye çalıştığın seni, sevmesi sana ıstırap verdi, buruk kaldın, ağzında tuhaf bir tat vardı çünkü bir yandan da yanındaydı, eli elindeydi, o kapıyı çaldığı zaman dinlediğin müziği kapadın, o'nun seni dinlerken görmesini istediğin şarkıyı açtın, kanallar aynı şekilde değiştirildi, sehpanın üzerine en şekillisinden bir kitap bırakıldı hayatın boyunca hiç haz etmediğin o herif tarafından yazılmış, bu sonsuz savruluşta ne olduğun adam olabildin ne olman gereken, ortada dünyanın en suni gölü oluyordun damlaya damlaya..

sıkıştın, sarmalandın, boğulur gibi hissettin, dedim ya dönüş emekti, sen ise üzümüne baka baka kararmıştın bile, dönmezdin, göze alamazdın, devam ettin. hep daha iyi hissetmek, daha iyi biri olarak anılmak, daha sevilen daha sayılan biri olabilmek için taktığın o maske sana istediklerini verirken, keyifle yaşadığın hayatı bir önceki istasyonda bırakmana sebep oldu. hiç birine itiraf edemedin bu kendi temelinin üstüne inşa ettiğin öteki adamı, içinde tuttun, içini açmak istedin, yaralanmaktan, bırakılmışlıktan korktun.. tam o maskeyi kenara koymak için yüzüne gitmişti ki elin, yine güvende hissetmek istedin, teslim oldun, geri çekildin.. kimim ben diye bağırarak yansıttın öfkeni karşındaki aynaya, gelen cevabı bir gün olsun kimselere söyleyemedin..

akıl sağlığımın yıpranmış uçları..

bu gece ben koskoca pasifiği tek başıma yüzdüm. her kulacımda daha fazla yorulmak, daha fazla bitap düşmek, daha fazla ölmek için yüzdüm. yola çıkarken en büyük ağırlıklarımdan biriydin, her hangi bir dalgada yitip gitmen için yüzdüm, her hangi bir akıntının geri dönülmez ahengine giresin diye yüzdüm. sona geldiğimde hala vardın, hala verdiğin acıyı dindirecek kadar yorulmamıştım, ölmemiştim..

ben bu gece dünya üzerindeki tüm kara parçalarında göçük altında kaldım. ingiltere'de yağmurlu bir londra akşamında toprakla buluştum, sidney'de beş yıldızlı ihtişamlı bir otelle birlikte yerin dibine girdim, memleketimde üsküdar sahilinde bir çay bahçesinin oralet, sigara izmariti, ada çayı üçgeninde kıvamlandırılmış bitki örtüsünün içine yattım. senin yukarıda kalman için kendimi dibe çektim, gitmedin, acını bastırmak için nefessiz kaldım, ölmedim..

ben bu gece dünya üzerindeki tüm gökdelenlerin tepesinden kendimi aşağıya bıraktım. yere doğru yaklaşırken duyacağım korku, acı, hırs, senden kurtuluyor olmanın coşku ve hüzünle karışık o tuhaf tadı her şeyi bastıracak diye, her zamankinden daha hızlı düştüm, yine sana takıldım, yakalandım vuramadım yere seni ilk gördüğümde kalbime vurduğun hızla çarpamadım, ölemedim..

ben bu gece nefes alıp veren her insanın rüyasına girdim, kabusu oldum, yüzünü güldürdüm, acı çektirdim, çığlık attırdım, huzur doldurdum, o kadar bencildim ki sadece kalbimin sevdan işgalinden kurtuluşunu görmek için her insan bedenini işgal ettim, içine girdim, dışında kaldım, senin bana verdiğin acıyı herkes az biraz hissedebilsin diye mutlak bir acı oldum, kanlara girdim, dolandım, aktım, yalpalandım ama o hissi veremedim..

ben bu gece senden nefret ettim. Senden o kadar nefret ettim ki bu kadar büyük bir nefreti içime doldurabilecek kadar sevilmiş olman benim tarafımdan, kör etti beni, sakat bıraktı, dünyanın en çok ve en boş konuşan dilsizi oldum. Hiç bir şey bu kadar yoğunluğu bu kadar coşkuyu hak etmezken, sana tarafımdan biçilen bu anlamı anlamaya çalıştım, anlayamadım.

ben bu gece her ne yapmak istediysem sana dair, yapamadım..

virgül

virgülle başlıyor buradaki iç dökme maceramız. nokta hiç koymayız umarım. kendi kendimizden yola çıkarak karşı yönden belli süratle gelen hayatla ne zaman nerede karşılaşabileceğimizi hesaplamaya çalışacağız, umarım ele yüze bulaşmaz..